Biraz kuzeydeki Pepusa ve Blaundus’tan ya da batıdaki Harpasa’dan Tripolis, Hierapolis ve Laodikeia’nın ardından Attuda, Colossae, Herakleia Salbace, Kibyra, Kyon ve elbette Afrodisias… Sanki antik kentlerin buluştuğu devasa Lykos Vadisi… Sanki her biri, başka bir gücün itibarını gölgede bırakmaya çalışmış, şehirler arası bir güzellik yarışması…
Akdeniz’i Ege ve Doğu’yu Kuzey’e bağlayan tüm antik yolların neredeyse tek bir hat üzerinde buluştuğu, tarih öncesinden bu yana geçilen, durulan bir hat… Fakat, bu kadar ihtişam, sadece imparatorların veya kralların “benimki daha güzel” hırsları mıydı?..
Lykos Nehri’nin verimli kıldığı coğrafya, ekonomik ve stratejik bakımdan önemi ile, bu üç devasa şehre olan ilgiyi açıklıyor. Konum, topografik kazanç ve coğrafi verimlilik, Lykos Vadisi kentleri arasında kentleşme ve kentleri oluşturan mimari yapıların uygulamalarında benzerlik gösteren etkileşimlere neden olmuş. Vadideki tüm antik kentlerin hippodamik sistemde (ızgara plan) eşit insulalarda (Antik Roma’da çoğu kez caddeler ile çevrilmiş çok katlı bir yapı çeşidi) ve gelişkin sokak tipi ile planlanmış olduğu tespit edilmiş. Kamusal yapılar planlanırken insulaların düzenine uyulmuş ve yapılar ana caddeler üzerine konumlandırılmış. Ve ortaya 2 bin yıl öncesinin megaşehirleri çıkmış. Fakat depremler ve savaşlarla yıkılmışlar, Pamukkale traverten ocaklarının varlığı sayesinde, yapılanma ve onarım çalışmalarını hızlı bir şekilde gerçekleştirmişler, yıkımların üstesinden sıklıkla gelebilmişler. Yumuşak bir yapıya sahip olan travertenin kolay işlenebilir olması ile yeni inşaatlarda daha az zaman ve para gerektiren pratik uygulamalar tercih edilmiş.
Bu üç şehrin mimarileri, dönemin önemli yapılarında gerçekleştirilen yeni uygulamaları, Lykos Vadisi’ne ve çevre kentlere has yeni akımların oluşmasına neden olmuş.
Diospoli “Zeus’un Şehri”, Rhodas veya bildiğimiz ismiyle Laodikeia’da muhteşem güzellikte tapınaklar ve binalarının kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılışını izlerken, hayranlığımızı gizleyemiyorduk…
MÖ 3500 Geç Kalkolitik ve MÖ 3000 İlk Tunç Çağı’na tarihlendirilen seramik ve çakmaktaşı buluntularının gerisinde Batı Nekropolü’nde ele geçirilen kapların, İlk Kalkolitik Dönem’e yani günümüzden 7500 yıl öncesine ait olması, Lykos Vadisi’nin bir zamanlar denizle bağlantısı olabileceğini de akla getiriyor.
Laodikeia MÖ 3’üncü yüzyılda ihya edilirken, en önemli antik yol güzergâhlarının kavşak noktasında olması, askeri, idari ve ekonomik pozisyonuyla bölgenin ana merkezi olması, ilk baştan planlanmış. Çarşı, strategeion, gymnasium şehirle birlikte inşa edilmiş. Roma döneminde bile panteon inançların yanında, Doğu kültür ve inançlarıyla karışmış, Zeus Aseis ve İsis kültleri de 5 kilometrekareye yayılan kenti süslemiş. 2 anıtsal giriş kapısından geçince 900 metrelik anıtsal ana caddelerinde yürürken, 285 x 70 metrelik Anadolu’nun en büyük stadyumu, 2 tiyatro, 4 hamam kompleksi, 5 agora, 5 nymphaeum, meclis binası Bouleuterion, tapınaklar, mozaikli evler, çok sayıdaki çeşme ve Latrina’nın yanından Propylon anıtsal geçişlerden geçiyorsunuz. Dört tarafındaki çok geniş nekropol alanları ve ikiz traverten boru hattına sahip “castellum aquae” su dağıtım terminallerine bağlı çeşmeleri de, bizi bu kadar şaşırtıyorsa, Antik Çağ’da buraya ilk gelenleri kim bilir nasıl etkilemiştir…
Ortasında kanalizasyon sistemi ve iki yanında bir ya da iki basamakla yükseltilen portikler (revaklar) olan caddelerinin gerisindeki dükkan sıraları, agora alanlarına kadar kentin işlekliği, ticari ve sosyal hayatın canlılığı hakkında da fikir veriyor.
Ticaretle zenginleşen Büyük Menderes kıyısında 7500 yıldır yerleşim görmüş 281 hektarlık Tripolis, eski ismiyle Apolliana’da da, iki bin yıl öncesinde çok fazla sayıda ve görkemli büyüklükte anıtsal yapılar yapılmış… Spora, kültüre büyük önem verilmiş, on binlerce kişilik oturma kapasitesine sahip sosyal alanlar düşünülmüş.
İzmir, Pergamon ve Efes gibi Antik Çağ’ın önemli kentlerinden başlayan ticaret yollarının Tripolis’te birleşmesinin maddi avantajıyla resmi binaların yanında sivil mimariye ait yapı tipleri güzelleşmiş. Antik Çağ insanlarının doğa, çevre, doğal kaynaklar, şehir planlaması, estetik ve mimari ile ilişkisini, günümüzde de çıplak gözle algılamak da çok ilginç idi.
Doğal ihtişamıyla Pamukkale ise, 2 bin yıl önce Bergama Krallığı’nın travertenlerin yanına Hierapolis Kenti’ni inşa etmesiyle ve bir termal sağlık merkezi olmasıyla zenginleşmiş. Şifalı kaynakları binlerce yıl boyunca Anadolu’nun farklı yerlerinden gelip sağlık ve güzellik arayan kişiler tarafından ziyaret edilmiş.
Ana tanrıça kültü de olan Amazonlar Kraliçesi Hiera’dan ismini alan Hierapolis’te nekropol, Domitian Kapısı, mitolojik sahne temsilleri için tiyatro, hamamlar, Frontinus Caddesi, agora, gymnasion, tritonlu çeşme binası, Apollon Kutsal Alanı, su kanalları ve nympheumlar, surlar, Granarium tahıl ambarları ve Roma Hamamı kalıntılarının arasında Ploutonium yani Cehennem Kapısı bile, 2,7 kilometre uzunluğunda ve 160 metre yüksekliğindeki travertenlerin üstündeki düzlükte iyi biçimde korunarak günümüze ulaşmayı başarmış. Termal suların havayla temasıyla donmuş bir şelale gibi beyaz travertenler oluşurken, kademeli şekilleri ve teras biçimli havuzlarında binlerce yıldır “sağlık turizmi” devam ediyor.