Bilinen ilk okur yazar topluluklar nerede yaşamaya başlamış?.. Bilinen ilk medeniyetler nerede doğmuş?.. Günümüzden 14 bin yıl öncesine giden tarih öncesi dönemlerden bu yana çok verimli topraklar, ılıman iklim şartları sayesinde yerleşime sahne olmuş, Mezopotamya…
Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular, Aramiler burada doğmuş ve gelişmiş.
Güneydoğu Toroslar’ın altında Fırat ve Dicle vadileri ve arasındaki bereketli topraklar, Şattü’l Arap’ta birleşinceye kadar Basra Körfezi’ne doğru uzanıyor… Bu verimli bölgenin diğer tarafları ya çöl ya da yüksek dağlar… Farklı kavimler, bir arada yaşamış, tarihin bilinen ilk yolları üzerinde yoğun göçlerle Mezopotamya’da yaşayanların nesiller boyu değişmesine neden olmuş… Böylece kültürel zenginlik ortaya çıkmış…
Neolitik dönemden günümüze insanoğlunun gelişimine ve çok önemli ilk izlerine Göbeklitepe ve Çayönü’nde rastlıyorsunuz… Buzul Çağı sonrasında kuru tarımın gelişimi ve köy yaşamının başlangıcından yazının ortaya çıkışına kadarki dönemin en ünlü yerleşim bölgesi, Mezopotamya… Her kentin ayrı bir kültürel tarzı olması, ortak yön olarak konutların yapısının belgelenebilmesi, yine de konutların mimari tarzlarının kentten kente değişiklik göstermesine rağmen M.Ö. 6 binlere kadar uzanan geçmişiyle Halaf Kültürü’nden bahsedilebilir… Günümüzden 5 bin yıl öncesindeki Uruk Dönemi’nde sulu tarım gelişmiş… Madencilik başlamış ve ticaret gelişmiş…
Yazı ve kayıt tutumuyla da ilk medeni oluşumların temeli atılmış… Sümerlerle, dil, tıp, astronomi, matematik, din, fal, büyü ve mitoloji ortaya çıkmış… Yaratılış ve tufandan bahsedilmiş…
M.Ö. 24. Yüzyılda Akadların dönemiyle Sami ırkının etkisiyle Sümer kültürü, Asur ve Babil halklarına devam etmiş… Zafer anıtları inşa etmişler, çok tanrılı dinlere inanmışlar… Kent krallıklarının yerine siyasi güç olarak evren ve dünya krallıkları kavramı yaratılmış… Güneydeki Babil, Milattan Önce 2000’lerde kurulduktan ve geçmiş zamanın dünyanın merkezi olarak ilan edildikten sonra, Asurlu tüccarlar, tunç yapımı için kullanılan kalay ile birlikte Anadolu’ya “yazı”yı da taşımışlar… 282 yasalı Hammurabi kanunnamesinin okunması ve buna karşı çıkan Hititlerin Mezopotamya fethi M.Ö. 16. Yüzyılda olmuş… Sonrasında Medler, Babilliler, Urartular ve Persler ile Büyük İskender dönemine kadar, Mezopotamya hep en çok sahip olunmak istenen topraklar olmuş…
Fakat, buraların siyasi tarihinden çok daha önemli değeri, piktogramlardan geliştirilmiş ilk yazı denemeleriymiş… Tarih ve önemli olayların hikayelerini anlatan kil tabletlere çizilmiş ilk resimler, Mezopotamya’da bulunmuş… Sonra da harfler için farklı işaretler geliştirilmiş ve buna da çivi yazısı denilmiş… Zamanı altmış dakikalık saatlerde ölçen Sümerler, haftada yedi günlük ilk takvimi de oluşturmuşlar… Babilli astronomlar ise, gündönümü ve tutulmaları hesaplayabiliyorlarmış… Din ve mitoloji ile iç içe gelişen astronomi, tutulmaların kötülüklere işaret etmesi gibi mistik unsurlarla insanlara sevdirilmiş…
Asma bahçeleriyle bildiğimiz Babillilerin o zamanlarda tıbbi tanı listeleri oluşturmuş olmalarına ve hastalıkları gözlemlemelerine, bugün halen hayretle bakılıyor… Bu arada Sümercenin Türkçeyle büyük benzerlikler göstermesine de bizler şaşırıyoruz…
Sümerce evren sözcüğü, an-ki, yani tanrı “anu” ve tanrıça “ki”den geliyor… Destanlara göre bu çiftin çocuğu “enlil”, hava tanrısı olarak sonraki kavimlerin politeistik dinlerinin baş tanrısı olmuş… Marduk, İşTar, Nabu, Ninurta gibi o dönemlerin tanrılarını ve kehanetleri, hepsi ipuçları…
İlk Yollar
Tarihin ilk teker izlerini belgelemek isterken, ekstremlere olan sürüşümüzde, kaybolan medeniyetlere ve bir daha görülemeyecek antik şehirlere doğru uzanıyoruz…
Hasankeyf’e ulaşan tarihin o en eski yollarının izleri, üst katları rasathane, ortaları tapınak ve altları erzak deposu olan kil ve balçıktan yapılmış ziggurat tapınaklarında görünüyor.
Ancak, dünya tarihinin Mezopotamya’da başlamış olduğu kesin!..
MÖ 4000’li yıllarda yazının bulunduğu noktadayız…
Yazın sıcaklıkların 50 dereceyi bulduğu, yılın 11 ayı yağmur almayan kurak toprakları sulayan ilk kanallar, ilk silindir mührü, ilk çömlek çarkı, ilk dokuma, ilk bira, ilk süt ürünleri, hepsinin kökeni Mezopotamya’ya dayanıyor… Çağlar boyunca burada insanlar farklı dinlere inanmış ve farklı diller konuşmuşlar… Bu topraklarda rengârenk kültürler birliği oluşmuş…
Mezopotamya’daki Eski Asur Devleti ve Anadolu arasında kurulmuş ticaret yolu, kuzeybatıya doğru devam ediyor…
Güneyden gelen yollar, Midyat’tan kuzeye Hasankeyf’e çıkıyor…
Diyarbakır, Şanlıurfa, Adana yönünde binlerce yıldır kervanlar ilerlemiş… Buraların kapılarından geçen eski tüccarlar, vergi ve kira öderlermiş.. Böylece yollarının ve mallarının korunma hakkını elde ederlermiş… Karum adı verilen pazarlarda alışveriş yaparlar, kervanlarında taşıma için 250 eşek kullanırlarmış… Yani, Kızıltepe’de görülen deve kervanları sembolleriyle İpek Yolu hikayeleri, aslında pek doğru değil… Asur’dan yola çıkan kervanlar, Dicle boyunca kuzey batıya ilerleyip, Elbistan Ovası üzerinden ya da Ergani Maden Geçidi’nden Torosları ve Malatya yakınlarında Fırat’ı aşıp, Tohma Çayı Vadisi boyunca ilerleyip Kültepe yönünde 1.000 kilometre boyunca giderlermiş… O zamanlar gidip dönmesi 3 ay sürermiş…
Keçi kılı, dokuma ürünleri, elbise kumaşı, süs eşyası, bazı kokular karşılığında altın, gümüş eşya ticareti yapan Asur kervanları, Koloni Çağı’nın dağlık ve kayalık yerlerinde dik yamaçlardaki savunması daha kolay ilk yerleşim yerlerinde dinlenirlermiş…
Yanlarında taşıdıkları kurşun tanrı ve tanrı ailesi figürinleri ve törensel içki kaplarını tüm Anadolu’ya da Mezopotamya’dan taşırlarmış…
Bugün, Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde, o dönemlerin tanrı kıyafetleri, silahları, başlıkları, stil özelliklerinin Hititlere varıncaya kadar, nasıl Anadolu sanatını etkilemiş olduğunu görebilirsiniz… Tanrıların başlık biçimi, boynuzları, silahları, kemer ve kısa etekleri nasıl her yerde birbirine benziyor, bu kervanlarların yolculuklarıyla açıklanabiliyor… Aslan, antilop, domuz, kartal, kedi, çarık ve salyangoz gibi çeşitli biçimlerde yapılmış ritonlar da, Eski Tunç Çağı’ndan kalan parlak, metal görünümlü gaga ağızlı testiler, çaydanlıklar, çok kulplu iri meyvelikler de, tüm Anadolu’ya Mezopotamya’dan yayılmış gibi… O eski çağların boya ile bezekli seramiklerinin her yerde benzer şekilde krem zemin üzerine siyah, kahverengi ve kırmızı geometrik şekillerle süslenmesi de, bu çok eski ticaret rotalarıyla anlam kazanıyor…
12 Bin Yıllık Hasankeyf
İki yakasını Dicle’nin ayırdığı 12 bin yıllık Hasankeyf, geçmişte kervanların durduğu, alışverişin merkezi... Eski Dicle nehri üzerinde teknelerle bile ticaret yapılırmış… Süryanice Kifo, keyif değil kaya anlamında… Bir tarafta kayalara oyulmuş konutlarıyla Mağaralar Şehri de denilirmiş… Ya da Kayalar Kenti olarak da bilinirmiş… Arapça Hısn-ı Keyfa ismi, halk arasında Hasankeyf’e dönüşmüş.
Yukarı Mezopotamya’nın Anadolu’ya açılan stratejik öneme sahip bir kapısı olarak, Bizans ve Sasani dönemlerine kadar altın çağını yaşamış. Romalıların bile sınır kaleleri Hasankeyf’te imiş… Süryani piskoposluğu, sonradan kardinalliğe bile ulaşmış, burada… 640 yılında İslam Ordusu’nun gelişiyle ilk camiler de inşa edilmiş… Artuklu Beyliği’nin başkenti de olmuş, fakat burayı ilk yerle bir eden de Moğollar imiş. 17. yüzyılda ana ticaret yollarının değişmeye başlamasıyla yavaş yavaş terk edilmiş ve önemini kaybetmiş.
Kalkerli kayalı tepelerinde ve derin kanyonlarında oyulmuş binlerce mağarada binlerce yıldır yaşayan Hasankeyfliler, Artuklular döneminde ilk kez inşa edilen ve sonradan büyütülen eski köprüyü ve Akkoyunlu Uzun Hasan’ın Otlukbeli Savaşı’nda kaybettiği oğlu için Zeynel Bey Türbesi’ni yapmışlar. El Rızk Camisi ve muhteşem minaresi ile saraylar, Eyyubi döneminden kalmış diğer camiler, “Yolgeçen Hanı” olarak bilinen büyük mağara, adeta kültürel hazine…