Ticaret kolonilerini barındıran İpek Yolu’nun da en önemli kavşaklarından biri olan Kapadokya, Anadolu’nun tam ortasında medeniyetlerin köprüsü olmuş. MÖ 12. yüzyıldan itibaren Hitit, Asur, Frig, Pers ve Romalılar, buraya geldiklerinde yuvarlak taşlarla girişlerini kapadıkları yer altına sığınan ve aylarca ortaya çıkmayan Kapadokyalıları aramışlar, dumanı tüten ateşleri kimlerin yaktığını, tarlalardaki susak, kabak ve patatesleri kimlerin yetiştirdiğini bulamamışlar. Büyük İskender bile yer altına ve labirent gibi vadilere saklanmış Kapadokyalıları bir türlü yenememiş. 9. yüzyılda Arap akınlarıyla Hristiyanların yanına ilk Müslümanlar geldikten sonra; Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bölgede gerçek bir barış sağlanmış. Farklı din ve mezheplerden insanlar bir arada rahatlıkla kendi ibadetlerini yaparak yaşamışlar. Çok ilginç; Karaman Beyliği döneminden itibaren Karamanlıca denilen Türkçe konuşulurken yazılarda Yunan alfabesi kullanılmış… Yani, Asia Minor’deki tüm yollar en az 4 bin yıl boyunca burada buluşurken, tüm kültürler burada kaynaşmış… Tarihin belki de ilk şarap, meyve ve tahıl depolarını güvenlik için gizli mağaralara saklamışlar…
Yağmur ve rüzgarla, Erciyes ve Hasandağı’nın lav ve külleriyle milyonlarca yıl içinde şekillenmiş, işgalcileri bile korkutacak kadar ürpertici görünen kayaların içine Hititlerden bu yana evler oyulmuş.
Aşınmış vadi yamaçları arasında Romalıların baskısından kaçarak buralara saklananların duvarlarını rengârenk fresklerle süsledikleri küçük manastır ve kiliselerdan başka, Hıristiyanlık öncesi başka dinlerin ibadethaneleri de olduğunu, gözden uzak patikaların sonunda ulaştığımız kayalara oyulmuş farklı yerlerde gördük…
Olağanüstü şekillerle adeta bir doğal labirent olan bu bölgenin ismi de, sanki istilacılara karşı konulmuş; Göreme!..
Kaya bloklu tepeleriyle peribacalarının yanından Scorpion’larımızla beyaz bir toza dönüşmüş eski volkan küllerini arkamızda havalandırarak, tarihin en eski yollarında ilerlemeye devam ediyoruz.